Yakın zamanlarda İstanbul’da ve Arap dünyasındaki bazı şehirlerde açılan İslam bilim tarihi müzeleri ve merkezlerine paralel olarak aynı konuda akademik çalışmaların da büyük bir ivme kazandığını söylemek çok yanlış olmaz. Gerek Türk tarihi, gerekse İslam tarihi itibariyle geçmişe ait dönemlerin incelenmeye başlaması, esasında geleceğe dair tasavvur ve beklentilerimizin sağlam temellere oturtulması endişesinden kaynaklanıyor. Zira tarihte elde ettiğimiz bilgi ve tecrübe birikimi, geleceğin kurulmasında çok mühim hareket noktasını teşkil ediyor. Hiç şüphesiz geçmişin çok iyi bilinmesi, geleceğin de çok iyi bina edilmesini temin eder. İslam sonrası Türk tarihini ağırlıklı olarak Selçuklu ve Osmanlı merkezli olarak düşündüğümüzde, bizim de bu medeniyet dönemlerine dair ilmî bilgilerimizi ve tecrübelerimizi çok iyi inceleyip ortaya koymamız gerekir. Geleceğimizi ancak buna göre sağlam bir şekilde bina edebiliriz. Ayrıca bugünkü “kimliğimizin” şahsiyetli bir şekilde belirlenmesi ve genç nesillerin “özgüven” meselesinin sağlamlaştırılması açısından bu dönemlerdeki varlığımızın sağlam bir şekilde ortaya konulması gerekiyor.
Hiç şüphesiz Selçuklular ve Osmanlılar, İslam coğrafyası içerisinde yer alıyor ve önceki medeniyetlerin tabii bir uzantısını teşkil ediyordu. İslam tarihi içinde ilmî faaliyetlerin ilk merhalesini eski medeniyetlere ait bilgilerin “devşirilmesi”, ikinci merhalesiniyse bu bilgilerin, İslam medeniyetinin ilim dili olan Arapçaya “çevrilmesi” ve hemen akabinde de yeni bilimsel bilgilerin “üretilmesi” merhalesi takip etmişti. On üçüncü yüzyıla kadar devam eden bu süreç, Haçlı Seferleri ve Moğol akınları ile hızını kaybetmiş ve bu yüzyıldan sonra daha farklı bir yüzle, “benzersizliğini” ve “değerini” yitirmeden devam etmişti.
İslam dünyasında on ikinci ve on üçüncü yüzyıllardan itibaren siyasi hâkimiyet büyük ölçüde Türklerin eline geçmişti. Önce Selçuklular daha sonra Osmanlılar bu hâkimiyetin taşıyıcıları olmuştu. On dördüncü yüzyılın başlarında kurulan Osmanlı Beyliği, diğer Anadolu Türk beylikleri arasından hızla sıyrılıp güçlenmiş ve Batı’ya, daha sonra da diğer coğrafi bölgelere doğru büyümüştü. Osmanlılar, siyasi ve coğrafi büyümeye paralel olarak ilmî ve kültürel alanda da birtakım yatırımlara girmişlerdi. Daha beyliğin kuruluşunun otuzuncu yılında İznik’te bir medrese açılmış, bunu Bursa ve İstanbul’da açılan diğerleri takip emişti. İlk dönem medreselerinin müderrisleri Davud-ı Kayserî, Kutbeddin-i Acemi, Ali Kuşçu ve Fethullah Şirvani gibi İslam dünyasının eski merkezlerinden Osmanlı topraklarına gelmişlerdi. On altıncı yüzyılın başlarına kadar Osmanlı bilim geleneğinin temellerini ağırlıklı olarak dışarıdan gelen ilim adamları atmışlardı. Bu ilim adamları, Osmanlı topraklarında yetişen âlimler ve devlet adamları ile beraber bir yandan ilmî zihniyetin oluşmasına öncülük yaparlarken bir yandan da medrese müfredatının ve sisteminin temellerini kurmuşlardı.
On beşinci yüzyılın ortalarından itibaren başlayan Osmanlılara mahsus ilmî anlayış ve düşünce sistemi on altıncı yüzyılın başlarından itibaren belirginleşmeye ve kendi hatlarını çizmeye başlamıştı. Bu mânâda ilk olarak ismi zikredilebilecek ilim adamı cerrahi konusunda Cerrahatü’l-Hâniye isimli eseri telif eden Amasyalı Şerefeddin Sabuncuoğlu’ydu. Onun bu eseri dünyada resimli ve açıklamalı olarak cerrahi operasyonları gösteren ilk eser olma özelliğine sahip. Zehravi’den sonra bu alanda yazılan en mühim eser bu çalışmaydı. Sabuncuoğlu, eserinin yanı sıra bazı cerrahi aletler icat etmiş ve yeni cerrahi operasyonlar geliştirmişti.
On altıncı yüzyılın başları itibariyle ismini zikredebileceğimiz ilk ilim adamı ise Pîrî Reis’ti. Aynı zamanda iyi bir denizci olan Pîrî Reis çizmiş olduğu detaylı dünya haritası ile dünya bilim tarihine çok mühim bir katkıda bulunmuştu. Onun yazmış olduğu Kitab-ı Bahriye isimli eseri de keza denizcilik tarihinde önemli bir yere sahipti. Haritacılık ve denizcilik konusunda Piri Reis’i takip eden ve ortaya orijinal çalışmalar koyan Seydî Ali Reis, Macar Ali Reis ve El-Niksârî gibi ilim adamları, bilim tarihinde çok mühim yerlere sahiptiler. Coğrafya alanında bu ilim adamlarına ilaveten aynı zamanda “matrak” isimli bir askerî oyun icat eden Matrakçı Nasuh’u da ilave etmek lazım gelir.
On altıncı yüzyılın belki de en mühim ilim adamlarından birisi olan Takiyüddin Rasıt ise İslam dünyasının en büyük ve en son rasathanesi olan İstanbul Rasathanesi’ni açmış ve burada bazı gözlem aletleri icat etmişti. Astronomi alanının yanı sıra matematik, otomatik saatler, cebir, tıp ve optik alanında orijinal eserler vermişti. Mesela Ceridedü’t-Dürer isimli eserinde ilk defa ondalık kesirlere göre trigonometri cetvelleri tertip edilmiş ve kullanılmıştı. Yaptığı astronomi çalışmalarında ondalık kesirlerin kullanılmasını geliştirerek, bunu trigonometriye ve astronomiye ilk defa uygulamıştı. Ayrıca Güneş parametreleri hesabında da yeni bir yöntem geliştirmişti. Bu alanların yanı sıra Osmanlılarda ilk defa otomatik makineler konusunda bir eser telif etmişti.
Orijinal eser verme ve yeni bilimsel çalışmalara imza atma konusunda Osmanlı bilim adamlarının faaliyetleri daha sonraki yüzyıllarda da süregelmiştir. Yukarıda kısaca değindiğimiz isimlere İbn Hamza, Muhammed Saçaklızâde, Müneccimbaşı Derviş Ahmed Dede, Abbas Vesim Efendi, İsmail Gelenbevî, Müftüzade Palabıyık Muhammed Efendi, Seyyid Ali Paşa, Ahmed Cevdet Paşa, Vidinli Tevfik Paşa, İsmail Fenni Ertuğrul, Mehmed Ali Ayni, Elmalılı Hamdi Yazır gibi çok sayıda ilim adamının ismi ilave edilebilir.
Evrensel bilim olarak Batı bilimini esas alan kimseler tarafından dikkate alınmayan pek çok Osmanlı âlimi, esasında Osmanlı-İslâm medeniyeti için son derece önemli yerlere sahip. Bu âlimlerin öncelikle söz konusu medeniyete katkılarının dikkate alınarak değerlendirilmesi ve ona göre dünya medeniyetine yaptıkları katkılarının zikredilmesi gerekir. Osmanlı Devleti’nde ortaya konulan ilmî veriler, kendi medeniyeti içinde değerlendirilmeyip oryantalizmin ilkeleri içinde bir yere konulmaya çalışılmış ve bu ölçü ile ele alınınca “kayda değer bir şey bulunmadığı” düşüncesiyle eleştirilmişti. Bunun yanı sıra yukarıda bir kısmını zikrettiğimiz bazı ilmî gelişmeler de “Avrupa Merkezli Bilimin” çeşitli yollarla transferi sonucunda ortaya çıkmış gibi görülmüş ya da sunulmuş ve “orijinal” olmadığı ifade edilmeye çalışılmıştı.
Dünya görüşü ve dünya tasavvuru itibariyle ve muhteva açısından klasik İslâm medeniyetinin tabii bir devamı ve bu medeniyetin her alanda ulaştığı istikrarın temsilcisi durumunda olan Osmanlılar, tabii mirasçısı oldukları bu medeniyet değerleri içerisinde ortaya çıkan “bilgi”yi hâkimiyetleri altındaki tüm coğrafyada en uç yerlere kadar örgütlemişlerdi.
Bu hakikaten geniş coğrafyada ortaya konulan bilginin muhafazası için de pek çok şehir ve merkezde gerek umumi gerekse hususi kütüphaneler kurmuşlardı. Ortaya konulan bilgiler istinsah yoluyla yeniden üretilmiş, başta medreseler olmak üzere inşa edilen eğitim müesseselerinde talim ettirilerek millet arasında yaygınlaştırılmış, detaylarda geliştirilmiş ve yeni katkılarda bulunulmuştu. Bu katkılar sadece ilim adamlarının ortaya koyduğu eserlerle sınırlı kalmamış, gerek saray içinde gerekse çeşitli şehirlerde kurulan ilmî ve meslekî kurumlarla müesseseleştirilmiş ve kalıcı hale getirilmişti.
Burada ortaya koymaya çalıştığımız Osmanlı-İslam medeniyetinin, çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olan büyük İslam medeniyetinin bir parçası olarak ancak kendine özgü özellikleri dikkate alınarak mütalaa edilmesi, hiç şüphesiz onun ortaya koyduğu ihtişamı anlama ve yorumlama konusunda en esaslı ölçü olmalıdır.
Salim AYDÜZ
Kaynak: MOSTAR DERGİSİ