Gelibolulu Mustafa Ali (ö.1599), Künhü’l-Ahbâr adlı eserinde, Nuh tufanını anlatırken, o günden bugüne müslümanların aşure pişirmeyi ve birbirlerine sunmayı gelenek haline getirmiş olduklarından bahsetmiş ve Osmanlı toplumunda da bu güne özel önem verildiğini vurgulamıştır.
Osmanlı aşure geleneğinde öncülük saraya ait olmuştur. Muharrem ayının 10. günü Topkapı sarayı mutfaklarında pişirilecek aşure için saray kilerinden gereken malzeme verilir, birkaç gün önceden hazırlıklara başlanırdı. Saray aşuresini helvacıbaşılar pişirmekteydiler. Büyük kazanlarda hazırlanan aşureden ilk olarak özel bir törenle padişaha, harem halkına sunulması, sonra devlet ileri gelenlerine, imaretlere, halka dağıtılması adetti.
Sır kâtibi Salahi Efendi’nin tuttuğu Ruznâme’den (günlük), 1735’te sarayda pişirilen amberli ve miskli iki maşrapa aşurenin, o sırada Beylerbeyi Sarayı’nda dinlenmekte olan I.Mahmud’a götürüldüğü, bir maşrapanın padişaha, diğerinin de maiyetindekilere sunulduğu ve zevkle yenildiği yazılıdır.
Yine II. Abdülhamit döneminde (1876-1909) Yıldız ve Beşiktaş saray mutfaklarında hazırlanan aşurenin dağıtımı İstanbullularca sabırsızlıkla beklenirdi. Dağıtım iki şekilde yapılırdı. Birincisi, saray testilerine ve kaselerine konan aşureleri dağıtıcılar Beşiktaş, Ortaköy, hatta daha uzak semtlerdeki yüksek rütbeli kamu görevlilerinin, ilmiye ve mülkiye ricalinin konaklarına götürürlerdi. Ertesi gün, “cevap” denen usul gereği boş testi ve kaselerin çikolata, badem şekeri, fıstık gibi şeylerle doldurularak konak ağalarınca saraya iadesi gelenekti.
İkinci ve asıl dağıtım halka yönelikti. Saray mutfaklarının her birinde iki ve dört kulplu büyük kazanlarda, buğday, incir, üzüm, kayısı kurusu, nohut, bakla gibi malzeme ile “daneli” denen aşureler pişirilir, 10 Muharrem gecesi sırık hamallarınca taşınan 50-60 kazan, Yıldız Talimhane Meydanı’na götürülerek düzgün bir sıra halinde dizilirdi. Sabah erkenden Matbah-ı Amire müdürü, vekilharç ve helvacıbaşılar resmi giysileriyle meydanda hazır beklerler, seccadecibaşının aşure dağıtımının padişahın buyruğu olduğunu duyurmasından sonra Matbah-ı Amire imamı dua eder, amin diyen halka parmaklıklı kapılar açılır, her kazanın önünde kuyruklar oluşur ve beraberinde getirdikleri kaplara aşure doldurulurdu. Bu sırada disiplinin sağlanamadığı, görevlilerin tepeden tırnağa aşure bulaşığına battıkları, hatta hücum edenler arasında kazana düşenler olduğu da görülürdü.
Sarayın hazırlıklarının yanı sıra, sultanefendiler de (padişah kızları) kendi saraylarında aşure pişirtip semt halkına, yoksullara dağıttırırlardı. Kimi zaman esnaf örgütleri de kendi aralarında bir organizasyonla imaretlerden hayrat kazanı alıp aşure pişirir, çarşı esnafına ve halka dağıtırlardı.
Evlerde ise her aile kendi durumuna ve ihtiyacına göre 10-17 Muharrem haftası içerisinde mevsim imkanlarına göre zengin malzemeli aşure pişirirdi. Evlerde büyük kuzu kazanı içinde hazırlanan aşure ocaktan indirilince evin en yaşlısı kazanı karıştırıp bir Yasin-i Şerif okur, kazanın ağzına kalaylı bir tepsi, bunun üstüne de beyaz bir örtü örtülür, aşurenin demlenmesi tamamlanınca tepsi alınır, evin en büyüğünden en küçüğüne sıra ile kâse kâse verilirdi.
Osmanlı’da Muharrem ayının onuncu gününden başlamak üzere ay sonuna kadar İstanbul’un bütün evlerinde iki kâse de olsa aşure pişirmek bereket sayılırdı. Her sınıftan kimseler buna özen gösterir ve özellikle onuncu gün pişirmeye dikkat ederdi.
Hüseyin Okur – Semerkand Dergisi