Efendimiz’in pak hanımlarının “müminlerin anneleri” olduğu, Kur’an ayetiyle sabit bir husustur. Ahzab suresinin 6. ayetinde şöyle buyurulmaktadır: “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha önce gelir. Onun eşleri de müminlerin anneleridir…” Dolayısıyla annelerimize karşı hürmette kusur göstermek, Efendimiz s.a.v.’e karşı hürmette kusur göstermek anlamına gelecektir.
Sahabe-i Kiram (Allah hepsinden razı olsun), Efendimiz s.a.v.’in terk-i dünya etmesinden sonra onları her zaman el üstünde tutmuş, olabildiğince itinalı ve saygılı davranmıştır. Hatta kaynaklar, Cemel Vakası’nda kendisiyle savaşan Hz. Aişe r.anha validemize, Hz. Ali r.a.’ın, nasıl büyük bir ihtimam ve saygıyla muamele ettiğini nakletmektedir. Askerleri mağlup olunca yanına kendi askerlerinden bir grubu vererek onu Medine’ye yolcu etmiş ve her türlü ihtiyacını karşılamıştır.
Ehl-i Beyt’e karşı sorumluluklarımız sadece Efendimiz’in pak hanımları ile sınırlı değildir şüphesiz. Gerek tek tek, gerek topluca Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (Allah onlardan razı olsun) hakkında vârit olmuş pek çok sahih hadis bulunmaktadır. Burada onları sıralayacak olursak bu yazının boyutlarını hayli aşmış oluruz. Onun için teberrüken sadece bir iki rivayete yer verelim:
Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Size Ehl-i Beytim konusunda Allah’ı hatırlatırım.”(Müslim; Nesaî; Tirmizî)
Yine Ehl-i Beyt’i kast ederek şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin ederim ki, sizi Allah için ve benim yakınlığım dolayısıyla sevmedikçe hiçbir müslüman kişinin kalbine iman girmez.” (Nesaî; Tirmizî; Ahmed)
Yine şöyle buyurmuştur: “Size bahşettiği nimetler sebebiyle Allah Tealâ’yı sevin. Beni, Allah sevgisi için sevin. Ehl-i beytimi de benim sevgim dolayısıyla sevin.” (Tirmizî)
Yukarıda “Âl-i Rasul” başlığı altında, kendilerine zekât verilmeyen kimselerin Hâşimoğulları soyu olarak sınırlandırılmış olmasından bahsetmiştik. Yüce Kitabımız’da zekâttan bahseden ayetlerden birinde şöyle buyurulur: “Mallarından, onları kendisiyle arındıracağın ve temizleyeceğin bir sadaka (zekât) al…” (Tevbe, 103). Bu ayetten anlıyoruz ki, zekât verebilecek durumda olan müminlerin mallarından zekât olarak vermeleri gereken kısım, bir anlamda onların ve mallarının temizlenmesi gereken kısmıdır. Efendimiz’in bize mukaddes bir emaneti olan genelde Haşimoğulları’nın ve özelde Ehl-i Beyt’in böyle bir mala muhtaç durumda bırakılmaması, bütün ümmet üzerine bir görevdir.
Sahabe-i Kiram döneminden itibaren bu ümmet, Ehl-i Beyt-i Rasul’e daima edep ve saygı ölçüleri içinde muamele etmiş, onları muhtaç, yoksun ve yoksul bırakmamıştır. Beytülmal’de onlar için daima bir ödenek bulundurulmuş ve her türlü ihtiyaçları oradan karşılanmıştır.
Malum ve meşhurdur ki, Osmanlı döneminde tesis edilmiş bulunan Nakîbu’l-Eşraflık müessesesi, sadece Evlad-ı Rasul’ün istismarlara karşı korunması görevini üstlenmekle kalmamış, aynı zamanda onların hukukunun muhafaza ve müdafaası işini de yürütmüştür. Devlet-i Aliyye bu müessese kanalıyla soy şeceresi sahih olarak tesbit edilen Seyyid ve Şeriflerin kayıtlarını belli defterlerde tutturmuş ve itinayla muhafaza etmiştir. Hiç şüphesiz bu uygulama Evlad-ı Rasul’e gösterilen derin hürmet ve muhabbetin eseridir.
Ehl-i Beyt’in sorumlulukları
Şurası açık bir hakikattir ki, bir insanın kendisini Efendimiz s.a.v.’e nisbet etmesi, aynı zamanda omzuna ağır bir mükellefiyeti de alması demektir. Beyaz bir elbise üzerindeki en küçük lekeyi ayan beyan gösterir. Ehl-i Beyt’ten olmak da böyledir. Diğer insanlardan sâdır olduğunda dikkat çekmeyen pek çok davranış, Ehl-i Beyt mensuplarından olduğunda göze batar. Dolayısıyla Ehl-i Beyt mensupları diğer insanlara göre daha hassas, daha titiz, takva ve azimet ölçülerine daha bir riayetkâr yaşamak durumundadır.
Bu yazının başında Ehl-i Beyt tabirini açıklarken Ahzab suresindeki ayetleri zikretmiştik. Ehl-i Beyt’in sorumlulukları çerçevesinde Yüce Allah bu surenin 30. ayetinde şöyle buyurur: “Ey Peygamber’in hanımları! İçinizden kim apaçık bir çirkinlik yaparsa, onun cezası iki kat verilir.”
Bu hassasiyet, tarih boyunca Evlad-ı Rasul tarafından titizlikle yaşatılmış ve o pak nesil her zaman topluma önder ve örnek olmuştur. Ne devlete el açmışlar, ne toplumun elindekine tamah etmişlerdir. Tam aksine her zaman veren el olmuşlar, kanaat ve istiğnanın zirvesinde yaşamışlardır.
Onlar pak neseplerine layık şekilde yaşadıklarında toplum tarafından el üstünde tutulmuşlardır. Ancak nadiren de olsa aralarından bu sorumluluğu taşımaya ehil olmayanlar da çıkmıştır. Bu gibi kimseler, sorumluluklarının gereğini yerine getirmektense sadece neseplerini ileri sürerek toplumdan hürmet ve muhabbet beklemişler, ancak aradıklarını bulamamışlardır.
Nitekim Hz. Nuh a.s.’ın oğlunun ve Hz. Lut a.s.’ın hanımının onların ehli olmadığı ilahî vahiy tarafından bildirilmiştir. Hûd suresinin 46 ve 81. ayetleriyle Hicr suresinin 65. ayeti bu noktayı açık bir şekilde ifade etmektedir. Dolayısıyla kişi taşıdığı sorumluluğun gereğini yerine getirmeden kuru bir nesep davası gütmemeli ve nesebi üzerinden insanlara tepeden bakmamalıdır.
Yukarıda kendisinden birkaç alıntı yaptığımız Hadis hafızı Sehâvî, adı geçen eserinde(2/422) şöyle der: “Ebu’l-Aynâ, Hâşimî sülalesinden gelen birisine beklediği nezaketi göstermemişti. O zat:
– Bir yandan her namazda “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ Âl-i Muhammed” diyerek bana salât ediyorsun, bir yandan da bana böyle mi davranıyorsun, diye çıkıştı. Ebu’l-Aynâ şöyle karşılık verdi:
– Ben o cümleleri söylerken tayyip ve tâhir (pak ve temiz) olanları kast ediyorum. Oysa sen onlardan değilsin!
Kendisi de seyyid olan müfessir allâme el-Âlûsî, “Garâibu’l-İğtirâb” isimli eserinde şöyle der: “İyice anladım ve kanaat getirdim ki, şerifler arasında öylesi var ki, eğer son nefesini en güzel şekilde vermeye muvaffak olamamışsa Fâtımatu’z-Zehrâ r.anha onu görünce canı sıkılır, Dedesi s.a.v., kıyamet günü onun kendisine nisbet edilmesinden utanır.”
Tarih içinde Evlad-ı Rasul’den olduğunu iddia ettiği halde muhtelif bid’at mezheplere saparak Ehl-i Sünnet’in karşısında yer alan niceleri olmuştur. Bilhassa Mutezile ve Şia içinde bu kabil isimlere sıkça rastlanır. Ahirette ne onların dedeleri olan Rasul-i Kibriya s.a.v. Efendimiz’in yüzüne bakmaya yüzleri olur, ne de Efendimiz s.a.v. onlara evladım diye sahip çıkar!
Hayatını O’nun pak nesline mensubiyeti en mutena bir emanet gibi kemal-i hassasiyetle muhafaza endişesiyle yaşayan gerçek Seyyid ve Şeriflere ne mutlu! Onları gördükçe Peygamber-i Zişan s.a.v. Efendimiz’in bir parçasını gördüğü şuuruyla onları el üstünde tutan ümmete ne mutlu!..
Ebubekir Sifil
Yazı Semerkand Dergisi’nden alınmıştır.