Allah’ın rızasını kazanma yolunda müminin önünde engel bir tane değildir. Bir taraftan bitmez tükenmez arzularıyla nefsi, bir taraftan sayısız tuzaklarıyla şeytan, diğer taraftan da kafasını ve gönlünü karıştırmaya çalışanlar…
Evet, engel çok, yol zahmetli ama nimet de külfete göredir. Hatta umduğumuz ilâhî nimet, külfetle mukayese edilemeyecek kadar büyüktür.
Zorluklarla birlikte kolaylıklar da yok değil. Rabbimiz kudsî bir hadiste, “Siz bir adım gelirseniz, ben on adım gelirim. Yürüyerek gelirseniz, ben size koşarak gelirim…”buyurmuyor mu? (Buhârî, Tevhîd, 50; Müslim, Zikir, 2, 3, 20, Tevbe, 1; Tirmizî, Daavât, 131; İbn Mâce, Edeb, 58)
Âlemlerin rabbi işte böylesine büyük şefkat ve merhamet sahibidir. Bütün mesele bizim niyet ve talebimizdedir.
Engel bir tane değil demiştik. Müminlerin Hakk’a giden yolunu kesmede, geçmiş dönemlerde fazlaca etkin olamayan bazı engeller, teknolojinin imkânlarıyla artık kendini daha fazla hissettirebiliyor. Gönlü saf müminlerin kalbine şüphe tohumları ekmeye çalışan bazı iddia ve ithamlardan söz ediyoruz.
Bunlardan biri de, Rabbü’l-âlemin’in bizzat koruduğu dininin, bozulduğu, saflığını yitirdiği iddia ve ithamıdır. Yazık ki bunu söyleyenler, bilerek ya da bilmeyerek yeterince ilim sahibi olmayan insanlarımızın dininden şüphe etmelerine sebep olabiliyor. Diğer taraftan, samimi müminlerin teslimiyetine gölge düşürebiliyor.
Bu tür iddia sahipleri, modern dünyada üstünlüğünü kaybeden müslümanların, asırlar boyunca bel bağladığı hakikatlerini gözden geçirmeye davet ediyorlar. İddiaya göre, gözden geçirilmesi gerekenlerin başında mezheplerimiz ve tasavvuf kolları geliyor. Yani gerilemenin sorumlusu, hadisiyle, tefsiriyle, ictihadlarıyla, tasavvufuyla klasik dinî anlayışımız.
Teklifleri şu: “Âlimleri, ictihadları, mezhepleri aradan çıkar. Sünnet-i seniyyeye uygun bir hayat ve mânevî terbiye için seçtiğin mürşidler de rabbinle aranda perdedir. Kaynaklar ortada. Kendi yolunu kendin bul. O zaman özgür düşünebilecek, böylece kurtuluş yolunu bulacak ve yeniden üstün olacaksın.”
Hangi propagandanın veya kompleksin sonucudur bilinmez, ama bütün İslâm tarihi boyunca mezhepler ve tasavvufa bu kadar yaygın bir itiraz ilk kez kendini göstermektedir.
Burada hemen belirtmemiz gerekir ki, tarihimiz boyunca ve bugün, doğrulara perde olan mezhepler ve yanlış tasavvufî anlayışlar elbette var. Ama müslümanların çoğunluğu asla bu tür zararlı akımların arkasına takılmadı. Âlimlerimiz de bu türden anlayışları, “fırka-i dâlle” yani sapık gruplar başlığı altında değerlendirerek bertaraf ettiler. Diğer taraftan, Ehl-i sünnet doğru yolunun prensiplerini bütün detaylarıyla belirleyerek Allah’ın dininin safiyetine hizmet ettiler.
İşte biz, bu sapasağlam ve geniş doğru yolun birer şeridi mesabesinde bulunan anlayışlara hak mezhep diyoruz. Bu ana yol çerçevesindeki mânevî terbiye metotlarına da sahih tasavvuf diyoruz ve maksudu menzilimize götüren birer kılavuz olarak görüyoruz.
Nasıl görmeyelim ki, mademki her birimiz fıtraten aynı değiliz, anlayışlarımız, ilmimiz farklı; o halde mutlak doğruya ulaşmada haliyle ilmiyle ehil olanlara tâbi olmamız gerekiyor.
İslâm’ın itikad, ibadet ve kalbî ahkâmı hiçbir devirde değişmeyecek. Fertlerin ve nesillerin Kur’an ilmi ve terbiyesiyle yetişme noktasında önemli farklılıklar varken, aynı neticeye varmalarının mümkün olabileceğini nasıl söyleyebiliriz? Sahâbe-i kirâm bile dini anlamada ve yaşamada birbirlerine tâbi oluyorlardı. Demek ki müminlerin İslâm’ı belli ölçüler içinde öğrenmesi ve yaşaması şartır. İşte bu ölçüler, mezhepler ve tasavvufî meşreplerdir. İnandım diyen bir müminin bir mezhebi ve bir meşrebi olması zaruridir.
Yine de şöyle bir soru zihinleri meşgul edebilir: Mademki her insanın istikamet üzere olması için bir mezhep ve meşrebe ihtiyacı vardır, öyleyse Peygamberimiz’in de (s.a.v) bir mezhebi ve meşrebi olması gerekmez miydi? Ve Asr-ı saâdet’te mezhep ve meşrep var mıydı?
Hiç şüphesiz, Peygamber Efendimiz’in bir mezhebi ve meşrebi yoktu. Çünkü onun hayatı ve kalbi ilâhî vahiy ile kontrol ediliyordu. Ayrıca Habîb-i Kibriyâ’nın yönü, Cenâb-ı Allah’a yönelik olduğuna göre, o bütün yönlerin merkezi durumundadır.
Bunun için Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v), ne bir mezheple, ne de bir meşreple sınırlandırılabilir. O, bütün yolların ulaştığı merkezdir. Bu duruma göre Peygamberimiz (s.a.v), bütün mezhep ve meşreplerin mezhep ve meşrebidir.
Ashâb-ı kirâma gelince; her sahâbe, zâhirî ve mânevî müktesebatı ve haline göre Hz. Peygamber’e bir yol ile bağlıdır. Bu sebeple, her sahâbenin bir mezhebi ve meşrebi olduğu söylenebilir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.v),
“Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olursanız Hakk’a ulaşırsınız” buyuruyor. (Bûsîrî, İthâfü’s-Sâdeti’l-Mehere, nr. 7870; İbn Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, nr. 4199; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, nr, 381; Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 48; İbn Hazm, el-İhkâm, 6/82; İbn Abdülber, Beyâni’l-İlm, 2/91)
Devr-i saâdette herhangi bir mezhep yoktu. Çünkü müslümanlar ihtilâfa düştükleri konuları Hz. Peygamber’in (s.a.v) hakemliğine başvurarak çözümlüyorlardı.
Peygamberimiz’in (s.a.v) vefatından sonra ise, müminler İslâmiyet’i ashâb-ı kiramdan sorarak öğrendiler. Onlar Allah’ın dinini insanlara tebliğ ederken kendi düşüncelerini, nefsanî arzularını, devrin şair ve felsefecilerinin sözlerini asla araya sokmadılar. Hepsi aynı iman esaslarını bildirdiler. İşte onların Allah Resûlü’nden naklederek bildirdikleri bu imana “Ehl-i sünnet itikadı” denir.
Ehl-i sünnet anlayışının dışındaki anlayışlar meşru sayılmaz. Çünkü Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) inandığı ve bildirdiği gibi iman etmek esastır. Ashâb-ı kirâmın hepsi, onun bildirdiği gibi inanmış ve o inancı tebliğ etmiştir. İşte bu sebeple iman esaslarında mezheplere ayrılmak yoktur.
Sonraki dönemlerde ise, insanoğlunun yaratılışında bulunan ve tefekkürün tabii bir sonucu olan fikir ve düşünce ayrılıkları, Kur’an ve sünneti anlamada ve yorumlamada da kendini göstermiştir. Böylece yeni ve farklı görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır.
İşte bu süreçte doğruyla yanlışın birbirinden ayrılması büyük önem kazanmıştır. İlim ve mâneviyatta birer yıldız gibi olan âlimlerimiz, insanüstü bir gayret ve titizlikle Allah Resûlü’nün tebliğ ettiği, ashabının sonraki nesile aktardığı arı-duru anlayış ve uygulamayı tesbit ve tayin etmişlerdir. Tefsirde, hadiste, fıkıhta, nefis terbiyesinde ve daha birçok konuda eşsiz eserler yazıp talebeler yetiştirmişlerdir. Bazı ayrıntılarda birbirinden farklı, ama esasta hepsi aynı olan hak mezhepler ve tasavvufî ekoller bu çalışmaların bir neticesidir.
Biz bugünün müminleri ve kıyamete kadar gelecek bütün imanlı nesiller, bu mübarek âlimlerin nurlu yolundan yürüyerek rabbimizin rızasına ulaşacağız. Tıpkı bizden öncekiler gibi…
Bizim vazifemiz, 1400 yıllık yolumuzu, usulümüzü değiştirmeye, bizi başka mecralara itmeye çalışanların sözlerine kulaklarımızı kapamaktır. Kendimiz için olduğu gibi, onların ıslahı için de dua etmektir. Çünkü biliyoruz ki, kendini âlemlerin rabbinin yoluna adamış âlimlerimiz ve mürşidlerimizi reddederek kazançlı çıkan olmadı.
S. MUHAMMED SAKİ ELHÜSEYNİ
Yazı HAYAT DENGEMİZ kitabından alınmıştır.
Selamünaleyküm Allah c.c.razı olsun ben Hayat Dengemiz kitabını okumadım ama şimdi bu yazıyı okudum çok güzel İnşaallah devamını güzel yazılar olarak dilerim Allah c.c. yar ve yardımcımız olsun