Bir gün rahiplerden bir söz işitti:
“Âhir zaman nebîsinin gelmesi artık çok yakındır.”
Sordu, öğrendi, onun nerede yaşayacağını… Bir kervana katıldı; son nebî Muhammed Mustafa Efendimiz’i (s.a.v) bulmak için… 88
Ne var ki kervandakiler ona çok eziyet ettiler. Onu hakir gördüler, fakir buldular, kimsesiz sandılar. Üç kuruş dünyalığa onu sattılar. Hem de Kurayza kabilesi denilen yahudilere…
Ancak bu yahudilerin yaşadıkları Kurayza köyü, Asr-ı saâdet Peygamberi Muhammed Mustafa Efendimiz’in (s.a.v) şehri Medine’ye çok yakındı.
İlâhî kader…
Allah’ın hükmü ise şuydu:
“Kim Allah’a iman ederse, Allah onun kalbini doğruya götürür.”89
Böylece o, kutlu şehir Medine’ye gelmiş oldu.
Ancak âlemlerin sultanı Efendimiz (s.a.v) Medine’ye henüz teşrif etmemişti. Selmân-ı Fârisî ise bir yahudinin emrinde köle olarak çalışmaya başladı.
Kâinatın efendisi Medine’de bir güneş gibi doğunca, o güneş Selmân-ı Fârisî hazretlerini de yürekten yakmıştı. Hem imanla hem de İslâm’la…
Nusaybin’deki rahibin tüm anlattıkları o vakte kadar doğru çıkmıştı. Âlemlerin sultanı Efendimiz (s.a.v) Medine’ye doğru yola çıkmış gelirken, Kubâ’da onun yanına gitti. Maksadı onun hakkında söylenenlerin doğru olup olmadığını araştırmaktı. Sevgililer sevgilisine bir ikramda bulundu, ama Peygamberimiz (s.a.v),
“Bu sadakadır” dedi.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) ashabına o ikramı yemelerini söyleyince, Selmân-ı Fârisî içinden, “İşte onun hakkında anlatılanlardan ilki doğru çıktı; bu bir” dedi.
Ardından Medine’ye gitti. Bazı hediyeler alıp geldi. Peygamberimiz (s.a.v) Medine’ye teşrif ettiğinde de onları ikram etti. Bu defa âlemlerin efendisi verilenleri kabul edince Selmân-ı Fârisî (r.a) içinden, “İşte bu da ikincisi”dedi.
Kâinatın efendisi Bâki Mezarlığı’nda otururken yanına gitti. Arkasında bir müddet bekledi. Acaba üçüncü özellik peygamberlik mührünü görebilecek miyim diye bekledi.
Hiç kuşkusuz o gün bilmiyordu; Âlemlerin efendisi Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) arkasından da görebildiğini, çünkü o henüz müslüman olmamıştı. İşte o an onu da öğrenmiş oldu; Fahr-i kâinat Efendimiz (s.a.v), sırtından hırkasını çıkarıp atıverince!…
Selmân-ı Fârisî (r.a) kapandı ve o nübüvvet mührünü doyasıya öptü, öptü, öptü… Kokladı, ağladıkça ağladı… Ne zaman ki âlemlerin sultanı kendisine,
“Dön bana” dedi.
Ve dönüverdi tüm samimiyetiyle Selmân-ı Fârisî hazretleri. Anlattı bütün başından geçenleri. Hem de bir nefeste, bütün ashab onun dinlemekte ve Efendimiz (s.a.v) ise memnun ve mütebessim iken… 90
İşte o zaman Selmân-ı Fârisî hazretleri, mümin oldu. Allah Resûlü Muhammed Mustafa Efendimiz’in (s.a.v) nurlu ellerine ve merhametli gönlüne bağlandı. Sahâbî olmakla şereflendi. Köle olduğu efendisinden, bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.v) kölelik bedelini ödeyerek onu âzat etti.
Artık o hürdü. Ama o, Allah’a kul ve köleydi.
İlerleyen günlerde o, sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v) ifadesiyle, bizzat kendisine en yakın gördükleri arasında idi:
“Selmân bizim Ehl-i beyt’imizdendir.”91
Kıble Kinde’ye mi Döndü?
Selmân-ı Fârisî (r.a) takvâ yolunun büyük velîlerindendi. Sahâbe-i kirâmın seçilmiş insanlarındandı. Kinde kabilesinden bir kadınla evlendi. Huzurlu ve mutluydu…
Kendisinin naklettiğine göre, evlendiği gün zifaf gecesi evine girdiğinde yaptığı ilk iş, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) tavsiyesini uygulamak olmuştu. O, evvela hanımının alnına elini koymuş, onun mübarek bir insan olması için Allah’a dua etmişti. Ardından da hanımıyla birlikte mescide gitmişler, bol bol namaz kılmışlar ve dualar etmişlerdi. Selmân-ı Fârisî hazretleri o günleri şöyle anlatmıştı:
“Resûlullah Efendimiz (s.a.v) bana, hanımımla ilişkiye girmeden önce, bu şekilde davranmamı tavsiye etti.”
Onun gönlünde Allah ve Resûlü’nün izin vermediği hiçbir şeye yer yoktu. Evi de öyleydi. Hanımı ve çocukları da bu inançla yaşamaktaydı.
Ancak bir gün evine geldiğinde gördüğü manzara karşısında çok şaşırdı. Hanımı, o gün evi özenle hazırlamış, perde ve sergilerle bir güzel de süslemişti. Yastıkları itina ile kabartmış, âdeta evi yeniden döşemişti, ama o günkü şartlar ne ise sadece o kadar!…
Selmân-ı Fârisî hazretleri hanımına bir inceliği şöyle hatırlattı:
“Evimiz kızdırılmış cehennem mi oldu? Yoksa kıble, Kinde’ye mi döndü? Oysa sevgili dostum Peygamber’im (s.a.v) bana, ‘Dünyadaki eşyan ancak, bir yolcunun gittiği yere götürebileceği kadar olsun’diye tavsiye etmişti.”92
O gün, süs olarak takılan sergiler kaldırılıncaya kadar evine girmedi.
Kardeşlik Hakkı
Selmân-ı Fârisî (r.a), Ebü’d-Derdâ hazretleriyle çok iyi anlaşırdı. Aralarında çok sıkı bir bağ vardı. Bir cuma günü onun evine gitti. Ama arkadaşını evde bulamadı. Hanımına,
“Ebü’d-Derdâ nerede?” diye sordu.
“Uyuyor” dedi hanımı.
“Bu vakitte mi?” diye şaşkınlığını gizleyemedi. Hanımı,
“Onun âdetidir; cuma gecelerini ibadetle geçirir, gündüzünü ise oruç tutar” dedi.
Bunun üzerine Selmân-ı Fârisî, Ebü’d-Derdâ’nın ailesine yemek hazırlamasını rica etti. Bu arada Ebü’d-Derdâ da uyandı. Selmân-ı Fârisî, “Hadi bakalım yemeğe”dedi.
Ebü’d-Derdâ, “Ben oruçluyum” dedi.
Selmân-ı Fârisî hazretleri, ona hazırlanmış olan yemekten yemesi için ısrar etti. O kadar ki Ebü’d-Derdâ en sonunda orucunu bozmak zorunda kaldı. Ama Ebü’d-Derdâ onun, orucunu neden bozdurduğu hâlâ anlayamamıştı. Ve Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) huzuruna gitmeye karar verdiler. Olanları anlattılar. Resûlullah (s.a.v) Ebü’d-Derdâ’ya,
“Ebü’d-Derdâ! Bu konuda Selmân senden daha bilgilidir” buyurdu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu sözünü üç kere tekrar etti. Ardından eliyle Ebü’d-Derdâ hazretlerinin dizine dokunarak,
“Sadece cuma gecelerini ibadetle geçirme. Nâfile oruç tutacaksan da sadece cuma günleri oruç tutma” buyurdu.93
Medâin Valisi
Ebü’d-Derdâ (r.a) hazretleri, Selmân-ı Fârisî hazretlerine bir mektup yazdı. Mektupta, “İnsanları Allah’a yaklaştıran topraklara gel” deniliyordu.
Bunun üzerine Selmân-ı Fârisî hazretleri de ona şu cevabı yazdı:
“İnsanları gerçek anlamda Allah’a yaklaştıran, yaptıkları sâlih amellerdir. Kutsal topraklarda ancak sâlih ameller yapılırsa, işte o zaman Allah’a yakınlık (takvâ hali) meydana gelir.”
Selmân-ı Fârisî hazretleri, her işinde kendisini Allah’a yaklaştıracak amelleri yapmak için üstün çaba sarfederdi. Medâin şehrine vali olarak tayin edildiğinde ise, 30.000 dinar maaşı vardı. Bu gelirinden kendisine pek bir şey harcamazdı. Kendisine yetecek kadarını alır, kalanını ise muhtaç olanlara dağıtırdı.
Bir abâsı vardı. Hutbeye onunla çıkar, insanlara bu şekilde nasihat ederdi. Bir yere otururken yine o abâsını sererdi. Hatta bir keresinde Medine’den Medâin şehrine gelen fakirler, topladıkları yiyecekleri ona taşıtmışlar, kimse onun vali olduğunu anlayamamıştı. Kendisinin vali olduğunu anladıklarında ise valiye yük taşıtmak istememişlerdi. Selmân-ı Fârisî hazretleri onlara şöyle dedi:
“Yüklendiğim yükü kendim taşımalıyım. Siz onu nereye götürmem gerektiğini söyleyin yeterli.”
Yine bir gün sahâbe-i kirâmdan Ebû Kılâbe (r.a), Selmân-ı Fârisî hazretlerini ziyarete geldi. Bir de ne görsün!… Medâin valisi, önünde hamur teknesi hamur yoğuruyor!… Tabii ki duruma çok şaşırdı ve sordu:
“Ey Selmân! Bu nasıl iş? Bir vali hamur yoğuruyor. Senin hizmetçin yok mu?”
“Var tabii ki, ona bir görev verdim, şu anda onu yapıyor. Ben de gördüğün gibi hamur yoğurmaktayım. Hizmetçime aynı anda iki işi birden vermeyi uygun görmedim.”
Hısn bölgesinden gelen iki kişinin gördükleri ise çok daha anlamlı…
Hısn bölgesinden gelen bu iki kişi yolda Selmân-ı Fârisî hazretlerine rastladı. Selâm verdiler ve şöyle dediler:
“Biz, Selmân adında bir zatı arıyoruz, tanır mısınız?”
“Evet, benim.”
Gelenler çok şaşırdı. Tekrar sordular:
“Biz, Allah Resûlü Muhammed Mustafa Efendimiz’in (s.a.v) ashabı olan Selmân-ı Fârisî’yi arıyoruz.”
“Evet, Selmân-ı Fârisî benim. Ama onun gerçek ashabından olabildim mi bilemem!…”
Bu sözler üzerine gelenler aralarında şöyle konuştular:
“Galiba bizim aradığımız kişi bu değil, gidelim.”
Onlar gitmek üzere harekete geçtiklerinde Selmân-ı Fârisî (r.a) onlara şu sözlerle kendini tanıttı:
“Selmân-ı Fârisî benim. Allah Resûlü’nü gördüm. Onun meclisinde bulundum. Kendisiyle sohbet ettim. Ancak size şunu söyleyeyim; kim Muhammed aleyhisselâmla cennete girmeye hak kazanırsa, işte o insan, Peygamberimiz’in gerçek ashabından sayılır.”
Selmân-ı Fârisî (r.a) yanında bir konuğu ile Medâin şehrinin dışına kadar çıktı. Yolda ilerlerken, geyikler ve kuşlar da onlara eşlik ediyordu. Selmân-ı Fârisî hazretleri bir ara kuşlara ve geyiklere dönerek, “Aranızdan bir geyik bir de kuş yanıma gelsin. Misafirime ikram etmek istiyorum” diye seslendi.
Bir geyikle kuş hemen ona doğru yöneliverdi. Valinin konuğu bu duruma çok şaşırdı:
“Allah Allah! Bu nasıl iştir?”dedi.
Selmân-ı Fârisî hazretleri ona şöyle cevap verdi:
“Neden şaşırıyorsun? Allah’a itaat eden kula, yaratılmışlar niye boyun eğmesin, neden baş kaldırsın, isyan etsin? Allah’a isyan etmeyen kula, varlıklar da isyan etmez.”
Hâris b. Umeyr hazretleri şöyle anlatıyor:
“Selmân-ı Fârisî hazretlerinin yanına Medâin şehrine gitmiştim. Orada bir adama rastladım. Elinde kırmızı bir deri parçası vardı. Onu işliyordu. Yanına yaklaştım. Tam o sırada bana döndü ve, ‘Orada dur’ dedi.
Yanımdaki arkadaşıma sordum:
‘Kim bu kişi?’
‘O Selmân-ı Fârisî’dir’ dedi.
Ve yerinden kalktı. Evine gitti. Bir süre sonra yanımıza tekrar geldi. Bu kez üzerinde beyaz bir elbise vardı. Elimi tuttu, musafaha etti:
‘Hoş geldin’ dedi. Ben, ‘Ey Allah’ın kulu! Sen az önce beni gördün, hiçbir şey demedin. Önceden ne ben seni tanırdım, ne de sen beni. Bu davranışının sebebi nedir? Anlayamadım.’
‘Evet, sen haklısın. Yüce Allah’ın varlığına yemin ederek söylüyorum: Seni daha ilk görüşte tanımıştım. Senin adın Hâris b. Umeyr değil mi?’
‘Evet.’
‘Ben Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) şöyle buyurduğunu işittim: Ruhlar hep bir arada bulunan ordular gibidir. Ezelde birbirleriyle tanışanlar, dünyada iken de hemen anlaşıverirler. Birbirleriyle ruhlar âleminde tanışmayanlar ise bir arada tanışıp kaynaşamazlar ve ayrılırlar.”94
Hayatı Örnek İnsan
Selmân-ı Fârisî (r.a) kendi eliyle sepet örerdi. Ördüğü bu sepetleri satarak geçimini sağlardı. Kazandığı para ile et ve balık alır; onları pişirir, sofrayı kurar, ardından da bu sofraya cüzamlı hastaları davet ederdi. Onlarla aynı sofrayı paylaşırdı.
Selmân Fârisî (r.a) bir defasında Kureyşli’nin biri kendini öve öve tanıtınca ona şöyle dedi:
“Ben de kendimi tanıtayım; kokmuş sudan yaratıldım, ölünce kokuşmuş bir et parçası olacağım, sonra hesapların görüleceği bir güne gideceğim, orada hesap vereceğim, eğer hesabım görülürken terazinin kefelerinde iyiliklerim ağır gelirse, işte o zaman asıl üstünlük benim olacak. O gün övünmek benim hakkım. Ama kötülüklerim çok olur, terazinin diğer kefesini doldurursa nasıl övüneyim? Kötülerin en kötüsü ben olurum, Allah korusun!…”
Selmân-ı Fârisî (r.a) feraset sahibi bir sahâbiydi. Bir gün arkadaşları kendisinden, Hz. Ali’nin (r.a) en belirgin özelliklerinden bahsetmesini istediler. O da şöyle dedi:
“O, baştan sona her ilmi alan ama taşmayan bir denizdi…”
Selmân-ı Fârisî hazretleri bu sözüyle onun, ne kadar yüce bir ilmi olduğunu, ama hiçbir zaman bildikleriyle haddi aşacak sözler söylemediğini ve her sözünün dinin esasları içinde dengeli olduğunu vurgulamış oldu.
Selmân-ı Fârisî (r.a) bir defasında, sevgili Peygamberimiz’in sırdaşı Huzeyfe (r.a) hazretleriyle Lübnan yakınlarında hıristiyanların yoğun olduğu “Nebtıye” denilen bir yere gittiler. Selmân-ı Fârisî (r.a) oraya vardıklarında, namaz kılmak için uygun bir yer aradı. Hıristiyan bir kadına rastladılar. Kadın şöyle dedi:
“Önce kalbini temizle. Daha sonra da dilediğin yerde namazını kıl…”
Kadının bu sözleri, Selmân-ı Fârisî hazretlerine çok tesir etti. Başladı ağlamaya… Bir müddet sonra Huzeyfe (r.a) hazretlerine dönerek şöyle dedi:
“Bu söz, kâfir (hıristiyan) bir kadın tarafından söylense de, sen onu hikmet olarak kabul et… Kadın belki kâfir ama ona bu sözü söyletene bak…”
Selmân-ı Fârisî (r.a) sözünü esirgemezdi. Hak bildiğini söylerdi. Bir defasında Halife Hz. Ömer (r.a), insanlara nasihat etmek üzere hutbeye çıktı. Ne var ki bir grup insanın kendi aralarında konuşmaları yüzünden, sözlerine başlayamadı. Hz. Ömer, “Ey insanlar! Sessiz olursanız, sözlerime başlamak istiyorum” dedi.
Orada bulunan Selmân-ı Fârisî, “Ey Ömer! Biz senin konuşmanı istemiyoruz” dedi.
“Neden?”
“Çünkü sen kendini halktan daha üstün görüyorsun…”
“Bunu nereden anladın?” dedi Hz. Ömer (r.a).
Selmân-ı Fârisî, “Sen iki farklı elbise giyebiliyorsun. Ama yönetimin altındaki halk, gördüğün gibi hep aynı elbiseyi giyecek kadar muhtaç halde. Bu davranışın sana olan itimadımızı zedeliyor. Bu yüzden seni dinlemek istemiyoruz.”
“İzin ver, anlatayım” dedi Hz. Ömer (r.a). O sırada Hz. Ömer (r.a) önündeki kalabalık grup arasında bulunan oğlu Abdullah’a seslendi:
“Abdullah oğlum!”
“Efendim babacığım!”
“Allah adına yemin ediyorum, sen söyle; giydiğim bu ikinci elbise kimin?”
“Allah’a yemin ederim ki o elbise bana aittir babacığım.”
Anlaşıldı ki Halife Hz. Ömer (r.a), o gün giydiği elbiseyi kendi evlâdı ile değişmişti. Halkı nasılsa o da öyleydi. O gün Selmân-ı Fârisî hazretleri insanların gönlüne tercüman oldu ve Hz. Ömer’e şöyle dedi:
“Ey Ömer! Şimdi kalbimizdeki kuşkular silindi, artık seni gönül huzuruyla dinleyebiliriz, sözlerine itaat eder ve inanırız.”
Atıyye b. Âmir şöyle anlatıyor:
“Bir keresinde Selmân-ı Fârisî hazretlerini gördüm. Önüne konulan yemekten bir miktar yedi ve geri çekildi. Kendisine ısrar ettik. O şöyle dedi:
Yeterince yedim. Ben Resûlullah’ın (s.a.v) şu tavsiyesine dikkat etmekteyim:‘Dünyada iken karınlarını çokça doyuranlar, âhiret günü aç kalacaklardır. Ey Selmân! Dünya müminin zindanı, kâfirin ise cennetidir.’”95
Selmân-ı Fârisî (r.a) bir gün rahatsızlandı. Sahâbeden Sa‘d b. Ebû Vakkas (r.a) onu ziyarete gitti. Selmân, onu görünce ağlamaya başladı. Sa‘d b. Ebû Vakkas (r.a), “Resûlullah Efendimiz (s.a.v) senden hoşnut olarak vefat etti. Ama sen şu anda ağlıyorsun, neden?” dedi.
Selmân-ı Fârisî (r.a), “Ben ölümden korktuğum için ağlamıyorum. Dünyaya düşkün de değilim. Ne var ki, Resûlullah Efendimiz (s.a.v), ‘Sizden birinizin dünyalığı, sadece bir yolcunun azığı kadar olsun’ diye tavsiye etmişti. Oysa şu çevremdekilere bir bak! Yastıklar, döşekler… Halbuki Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) bir çamaşır leğeni, büyükçe bir yemek çanağı, bir de abdest almak için su kabı vardı.”
Sa‘d b. Ebû Vakkas (r.a), “Ey Selmân! Bize bir tavsiyede bulun, ne yapalım?” dedi. Selmân-ı Fârisî de (r.a) ona şu tavsiyelerde bulundu:
“Bir derdin olduğu zaman, Allah’ı zikret. Bir hüküm vereceğinde Allah’ı hatırla. İnsanlara paylarını dağıtırken Allah’ı unutma.”
Selmân-ı Fârisî hazretleri vefat ettiğinde geride kalan eşyalarını sattılar. Tamamı o günün parasıyla 24 dirhem gümüş ediyordu.
Tavsiyeleri ve Güzel Sözlerinden Örnekler
Öğrenmenin sınırı yoktur, ömür ise kısadır. Onun için sen, dinine faydalı olanı tercih et. Diğerlerini de bırak.
Mümkünse pazar yerlerinde, insanların yoğun olduğu mekânlarda fazla kalmayın, oyalanmayın. Çünkü o yerler, şeytanların savaş alanına benzer. Kalabalık yerlere şeytanlar sancak dikerler.
Sahâbeden Abdullah b. Selâm (r.a), Selmân-ı Fârisî hazretlerine, “Eğer sen benden önce ölürsen, neler gördüğünü bana söyle. Ben senden önce ölecek olursam, ben de sana söyleyeyim, ne dersin?” demişti. O da kabul etti. “Allah izin verirse” diye sözleştiler ve niyetlendiler.
Selmân-ı Fârisî hazretleri ondan önce vefat etti. Abdullah b. Selâm (r.a) onu rüyasında gördü:
“Nasılsın, ne âlemdesin?” diye sordu.
“Hamdolsun, hep iyilikler gördüm.”
“Seninle sözleşmiştik, bana neler söyleyeceksin?”
“Sana şunu tavsiye ederim: Yapacağın amellerin en faydalısı tevekküldür. Sana tevekkülü tavsiye ederim, tevekkül çok güzel bir şey.”
Bir mümin dünya hayatında, hastalığa yakalanmış kişiye benzer. Doktoru yanındadır. Onun hastalığını bilir, ilâcını da verir. Hasta kendisine zararlı bir şey istediği zaman, doktoru ona engel olur ve,
“Sakın ha, ona yaklaşma! O senin için zararlıdır” der.
Doktorun bu tutumu, hastası iyileşinceye kadar devam eder. Doktorun bu çabaları sonucu, hastası da Allah’ın izniyle şifa bulur.
İşte mümin de pek çok şey ister. Ama o, bütün isteklerinde neyin kendisine yararlı nelerin de zararlı olduğunu tam olarak bilemez. Bu yüzden Allah Teâlâ mümin kulunu korur. Kendisine fırsatlar tanır. Çeşitli sebepler yaratarak onu zararlı işlerden uzaklaştırır. Mümin kul Allah’a itaat ederse, öldüğünde cennete gider.
Üç kişi beni çok şaşırtır; hatta gülerim:
1. Bitmez tükenmez ümitlerle dünyaya sarılan kimse. Oysa onun peşinden ölüm koşuyor. Bir gün kendisini yakalayacak.
2. Hiç umursamadan günlerini gafil olarak geçiren kişi. Halbuki onu her an gören Allah Teâlâ vardır.
3. Kahkahalarla gülen insan. Bir insan nasıl olur, Allah bana dargın mı yoksa razı mı diye, hiç düşünmeden kahkaha atabilir?
Şu üç şey de beni çok hüzünlendirir; hatta ağlarım:
1. Sevgili Peygamberim’den (s.a.v) ayrı kalmak.
2. Kıyamet gününde Allah’ın huzurunda durabilme korkusu.
3. Ve o gün, gidecek yerimin cennet mi cehennem mi olacağını bilememem endişesi.
Nefis maddî rızklarla değil, Allah’a ibadet etmek suretiyle gerçek anlamda doyar ve huzura kavuşur. İşte o zaman nefis, insana vesvese vermez.
Mümkünse hac ibadetini yaparken veya Allah yolunda savaşırken veyahut Allah’ın mescidlerinden birini onarırken ölmeye bak. Son nefesinde işin bunlardan biri olsun. Sakın ha, dünyalıklara gömülüp kalmış bir tüccar veya insanlardan haksız yere vergi alan bir tahsildar olarak ölen sen olma.
Selmân-ı Fârisî (r.a) vefatına yakın Medâin şehrinde ikamet ediyordu. Daha önceden hanımına verdiği misk kutusunu getirmesini istedi:
“O miskleri su ile karıştır. Etrafıma dök. Çünkü az sonra misafirlerim gelecek” dedi.
Hanımı onun isteklerini yerine getirdi. Henüz günün yarısı olmamıştı, vefat etti. 250 yaşındaydı.* Hz. Osman (r.a) ise halifeydi. Yıl 36 (657) idi.
Selmân-ı Fârisî hazretleri âhirete irtihal etmişti, ama mâna âleminin sırlarını ondan alan biri vardı; Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) hazretlerinin torunu Ebû Muhammed Kasım (r.a).
Şimdi sıra onun hayatından derlediklerimizde…
Allah Teâlâ bizleri kendisinden ayırmasın.
Allah Teâlâ makamını yüceltsin.